Haberin yayım tarihi
2018-01-29
Haberin bulunduğu kategoriler

İNSANIN GÖÇMESİ, KİMLİĞİNİN KAYMASI

Muhsin Ceylan Yazdı

Bazan ayaküstü, bazan da oturup uzun uzun “kederliler korosu” olarak, hayatın aksayan yönlerini konuşuruz.  “Kederliler korosu” dediğime bakmayın, öyle ’’yandık bittik kül olduk, eriyip kaybolup gidiyoruz değil, bizimki. Göç sürecinin beraberinde getirdiği kadim olan dertler ile değişen dünyanın dayattığı yeni dertleri, yeni yerlisi haline evrildiğimiz çoğunluk toplumunun her türlü sisteminden kaynaklanan dertler ile ferdi dertleri, erdemli insan olma bilinci eksikliğinden kaynaklanan dertler ile ’’misafir işçi’’, ’’göçmen’’likten yerleşikliğe  yani yeni yerliliğe geçişte buralılığın dayattığı dertleri, düğüm düğüm olmuş bir çilenin içinden çıkarmaya çalışan bir hal ile her dem artan keder bizimkisi... Toplumun öldürücü çoğunluğunun yaptığı gibi; gidişatla ilgi kendi mesuliyetini parantez içine alıp günü gün etmek de var, ’’Böyle gelmiş böyle gider!’’ diyerek, üreten değil de, tüketen olmayı tercih etmek de, edenler de...

Gülben Ergen’in bile artık köşesi olduğu Türk medyasında, “Avrupa Türkleri” üzerine yazılanlar her geçen gün artıyor. Bu elbette sevindirici. Fakat, genel durumu göstermesi açısından önemli olan istatistiki bilgiler(!?) önümüzü aydınlatmıyor, aydınlatamaz da. Sebebi ise; Almanya merkezli Avrupa Türkü’nün, kültürel kimlik değerleriyle yarınlara yürüyüşünün, daha doğrusu nasıl yürüyeceğinin felsefesinin sayfalarca yazılmasını bırakalım, ortak mutabakatın sağlandığı bir kaç cümlelik mini tarifi bile yapılamadı henüz. Önce, Avrupa Türklerini bu kadar mesuliyetsiz kılan nedir? sorusunun cevabını bulmak zorundayız. Tanıyanlar bilir; okumalarımızda,  gündelik siyaseti merkeze almayız. Avrupa Türkleri olarak içinde yaşadığımız çoğunluk toplumunda eriyip kaybolup gitmeyi ya da barış ve huzur içinde kendi kültürel değerleriyle varlığını sürdürmesini merkeze alırız.

Avrupa Türklerinde kimlik kayması

Zaman ve mekan değişir, lakin insan kendi çağından sorumlu kalmaya devam eder. Genç neslimiz, ilk kuşağın hayalini bile kuramayacağı imkanlara sahip günümüzde. Bir elimiz kendi kök değerlerimizle çoğunluk içinde kendimiz olmayı tutarken, bir elimiz ferdiyetçiliği pompalayan ‘ben nesli’ne mensup olmaya yakın durur. Farklı değerlerin geçerli ve hakim olduğu göç sürecimizdeki en hayati imtihanımız budur. Yeni vatanda değişen, “zamanın ruhu”nun bizi ‘ben nesli’ne ne kadar yaklaştırdığı ya da uzaklaştırdığıdır. Bundan dolayıdırki herkes kendi zamanının “ahir” olduğunu var sayar. Ahir zaman olunca mesuliyetten malayani tabirle ’yırttığı’na inanır. Fakir, kelimeleri kelimelere, cümleleri cümlelere eklerken; sizlerden amaların, fakatların gelmeye başladığının farkındayım.  Telaşa gerek yok, konuyu toparlayacağım: ’’Kardeşim, senin konun neki, toparlayacağım’’ diyorsun? sorularınızın kokusu gelmeye başladı bile.

Baktığımızda gördüğümüz değişmeyen gerçek: İnsanoğlunun zamanla sosyolojik değişime uğradığıdır. Başka bir tabirle kültürel değişimdir bu. Avrupa’ya göçümüzün ilk nesli bütün gücüyle, ikinci kuşak da kısmen direndi ama üçüncü kuşağın değişime direnme gibi bir derdi olmadı, çünkü direnecek kültürel altyapısını da oluşturamadı önceki kuşaklar. Bu bir suçlama değil, tesbit. Burada bulunuşun ilk dönemlerdeki sosyolojisine baktığımızda; sadece ‘misafir’dik. Onun için değişime direnmek veya kendi kabuğuna çekilmek ilk tedbirlerdendi. Çoğunluk toplumunun değerlerinin hayatı şekillendirdiği bir ortamda kaybolmaktan; kültürel olarak asimilasyona uğramaktan yani yozlaşmaktan haklı olarak hep korktuk. Bugünkü geldiğimiz nokta itibariyle bu korku ve koruyucu tavrın, belli bir zaman diliminden sonra işe yaramadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. İşin ehlinin dikkat çektiği gibi, nasıl durgun su belirli bir zaman sonra kokuyorsa, kendini yenileyemeyen kültür de soğur. Kültürel soğuma da nedir? diye soranlara kısaca; ‘direncin kırılması ve canlılığın kaybolması’ deriz. Oysaki, hayatın ilkesi değişimdir. Kültürler, sürekli kendini yenileyebilirse canlılığını, yaratıcılığını koruyabiliyor.  Almanya merkezli Avrupa’daki bizlerin üçüncü kuşağından itibaren Avrupa Türk`ünün kültürel kırılma noktası; aşırı koruyuculuk ve kendini yenileyememenin sonucu dinamizmini kaybetmiş bir kültürün mirasçısı durumuna gelmiş olmasıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz, demiş eskiler. Etrafımızda gördüğümüz; kök kültür değerlerine sahip gençlerin olması bizi yanıltmamalı. Genele baktığımızda, uykularımızı kaçırması gereken ise, kültürel temelleri sağlam zemine oturmayan Oğuz’un torunlarının çok ciddi kimlik kaymasıyla karşı karşıya olduklarıdır.

Kimlikler üzerinden ötekileştirilmek

Bu kimlik kayması, bilhassa yaşı ilerlemiş olanlarımızın bizzat yaşadıkları görme, duyma duyularındaki kayıplar gibidir. İnsan, gözü yavaş yavaş görmemeye başladığından bunu normal sanırmış. Tıpkı, kulaklarımızın duyma hassasiyetinin azalmasını normal algılamamız gibi. Bu duyularımızın arızalandığını ancak uzmanı doktorlara gittiğimizde öğreniyoruz. Kültürel kimlik kayması da bugünden yarına sert geçişler şeklinde olmuyor. Oldukça geniş zamana yayılan, ilk bakışta zararsız ve önemsiz gibi görünen tercihler, özentiler, haller, davranışlara dikkatli baktığımızda görüyoruz o kayma sürecindeki seyri. Genç kuşaklara anlatılan veya devredilen kültür, zamanın ruhuna hitap edemiyorsa gencin dünyasında bir yer bulmasını beklemek de beyhudedir. Yani kimlik oluşumunda belirleyici unsur; zamanın ruhuna uygun kültürel değerler manzumesidir. Birinci neslin 50 – 55 yıl önce anavatandan getirdiği değerleri konserve ederek muhafazayı denemesi, çoğunluk toplumunun farklı kültürel değerlerin şekillendirdiği çevreye adaptede yetmiyor. Bu da geride kalma demektir. Böyle bir durumun içine doğmuş genç kuşakların beklentileri karşılık bulamıyor. Başka bir süreçte, ideolojik eksenli dünya kutuplaşmasının yerini medeniyetler daha net ifadeyle dinler çatışmasına bırakmış olmasıdır. Genç kuşak Avrupa Türklerinin dinî kimliği ön plana çıkarmalarının nerden geldiğini sanıyorsunuz? Onun zemini bu çatışmanın propaganda ve algısıdır. Bir zamanlar Türk olduğundan bu kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğratılanlar, daha sonraları sadece Müslüman olarak tanımlanıp, damgalanıp  böyle görülüp ve bu aidiyetleri  yüzünden ayrımcılığa uğradılar, uğruyorlar. İşin tabiatı gereği, millî kimliğinden dolayı ötekileştirilenlerin refleksleri de millî değerleri üzerinden olur. Bugün dinî kimliği yüzünden ötekileştirilip dışlananların reflekslerinin dinî olduğu gibi.  

Rahatsızlık yaşadığımız ayen beyan ortada. Bundan kurtulabilmenin tek yolu, bunun sıhhatli teşhisinin yapılmasından geçiyor. Ki, iyileştirici tedavisinde şimdiye kadar yapılanın aksine el yordamıyla gidilip daha fazla insan ve zaman kaybedilmesin. Zira buna tahammülümüz de kalmamıştır. İçinden geldiğimiz, mensubu olduğumuz kültürü zamanın ruhuna uygun olarak ve hakkıyla bilir ve temsil edebilirsek, hem kendi çevremizle, hem de beraber yaşadığımız diğer kültür mensuplarıyla yıkılıp harap edilmiş olanların yerine yeni yeni kültür köprüleri, gönüllere giden yolları inşa edebilir, kurabiliriz. Bu da yaşadığımız problemlerin azaltılmasını sağlar. Bir de etrafımıza baktığımızda net bir şekilde gördüğümüz gibi, kültürel değerlerden arındırılmış bir kimlikle dolaşanlar, sadece içinden geldiği çevreler için değil, aynı zamanda toplumun geneli için problemli insan tipidir.  

Karşılaşmadığınız bir gün olduğunu sanmıyorum: Genç kuşaklarımızın bir kesimi kültürel asimilasyon sürecinde son sürat ilerlerken, başka bir kesim de ’’Müslüman’’ kimliğiyle kendini ifade ediyor. Almanya’nın göçmen asıllı genç kuşaklarla ilgili sistematik politikalarının sonucu bu konjönktürel ifade şekli, tarzı ve oluşturulan aidiyet  “Türk müsün yoksa Müslüman mısın?”türünden saçmalıklara kapı aralamadan ehli tarafından ciddi analizlere muhtaç.

Akültürasyon veya kültürel değişim

Olay, “dekültürasyon’’ denilen kültürel yozlaşmadır. Bu da doğrudan anadile vukufiyetle alakalıdır. Türkçe’yle olan ilişkideki kopukluk kök kültürle olan irtibatın hatlarını zayıflatır. Bu süreç, insanı ilerleyen zaman içinde değer yargılarının kaybına, karışıklığına ve nihayetinde de baskın kültürün normlarına göre algılamaya taşır. Bizim topluma göre entelektüalite seviyesi son derece yüksek olan Almanya’da düşük profilli kültürel donanımla, bir Türk/Müslüman olarak ne kadar ve nereye kadar kendiniz olarak var olabilmek mümkün, konuşup tartışılması lazım. 

Genç kuşaklarla ilgili değerlendirme yaparken bunu matematik üzerinden okuyanlardan değiliz. Mevcut durum ve gelecekle ilgili değerlendirmelerde, siyah-beyaz yaklaşımlar sıhhatli değil. Mesela gençlerin eğitim düzeylerinin yükselmesi, gelir seviyelerinin artması ve çoğulcu topluma intibak etme kabiliyetinin genişlemesi iyi güzel ve sevindirici. Biz, sözkonusu nesillerin davranış biçimlerine, kendi aralarındaki iletişim diline yani Türk-Türk’e konuşmalarına baktığımızda; yeni vatandaki geleceğimize dair ümitlerimiz tabana doğru son sürat iniyorki, çakılmak üzere. Kendi medeniyet kodlarını oluşturup bunu genç kuşaklara aktaramayınca kazanan, baskın medeniyet anlayışı oluyor. Bu anlayışının kıskacında yetişen sözkonusu nesillerde, bir şahıs veya grup üzerinden yabancı bir kültürden normlar, kurallar  devralıp buna göre davranması yani kültürel uyum denilen “akültürasyon”yaşanıyor. Bu hali yaşayan genç, kültürel aidiyetini inkâr etmiyor. Fakat ona bir ilgi alaka da göstermiyor. Artık onu cezbeden baskın kültürün hayat tarzı daha belirleyici ve yönlendirici oluyor. Yavaş yavaş gerçekleşen bu akültürasyona evrilme aynı zamanda başkalaşma süreci halidir. Kısaca akültürasyon, kültürel asimilasyonun çarklarına düşmüş olmanın ilk evresidir. Bu süreç, genelde kentlerin kenar semtlerinde protesto kültürü ve melezleşmeyi bereberinde getiriyor. Fakir, bunu o gençliğin çığlığı olarak algılar, anlar. Buna karşı, sosyal, kültürel, ekonomik, politik her türlü gerekli tedbirleri alamazsak, hayra alâmet olmayan bu süreçte çoook insan kaybı yaşayacağız demektir.

Çok boyutlu bir meseleyle karşı karşıyayız. Konunun tarihî ve dinî yönü kadar medeniyetler/dinler çatışması üzerinden uluslararası düzeydeki siyasî tarafı da var. Siyasî-ideolojik ve sosyokültürel sınırlar içinde Avrupa’daki genç kuşaklarımızın bugün itibariyle geldiği noktayı bir yazıyla izah edip, hal çareleri sıralayabilmek, bu satırların yazarının kapasitesini aşar. Bildiğimiz; kuşaklararası değişimin, bir sosyolojik süreç olduğudur. Bu sözkonusu değişimin hangi boyutlara ulaşıp seyrettiğini anlamak için, çok uzağa gitmeye veya başkalarına bakarak analizler, değerlendirmeler yapmaya gerek yok. Her birimiz, en yakınındaki genç nesillere biraz dikkatli baksın yeter. Aslında sadece gençlere değil, kendimize samimice bir baksak, değişimleri fark etmiş olacağız. Retorik olarak dinden sıkça bahsederken, yaşayış olarak kapitalizmin telkinlerini helâlleştiren insanlarız biz.  Almanya’nın yeni yerlileri bizlerin asli yerlilere kıyasla daha tüketim heveslisi olduğunu tesbit eden araştırmacıların yaptığı masraflara üzülmüştüm. Bunu araştırmaya gerek yokki, halimiz ayan beyan ortada. Doyasıya tüketmek için ölesiye çalışarak kazanma derdindeyiz. Müstakil ev, yazlık edinmeyi birinci öncelik yapan, en çok reklamı yapılanlarla evini döşemek, en meşhur diye pazarlanan markadan giyinmek, en son model ’’in’’ arabaya sahip olmak, adını sanını yeni yeni duyduğumuz bilmem nerelerde tatil yapmak gibi planları programları olan bir kafa yapısının paylaşmak, yardımlaşmak veya başkaları için de var olmak gibi dertleri olmaz, olamaz. ‘Başkaları için de yaşayan, iki hayat yaşar’ı hayatından çıkarmış olan bizlerin nesillerinin, bugünkü geldiği noktaya niye şaşıyoruzki...  İnsanın yaradılış itibariyle var olan manevi ihtiyaçlarını alanından gidermek yerine bu ruhî açığı maddî olarak kapatma hayâliyle her geçen gün daha fazla dış görüntü, tüketim ve harcama arzusu körüklemesinin gönüllü köleleri olmanın bizleri narsistleştirdiğini, kendimize âşık ettiğinin farkına varmadan, selamete çıkmamız imkansız.

Tüketilen nesiller

Konumuz; Gençlik ve kültürel değişim idi. Konunun derinine indikçe kendimizi buluyoruz orada. Çevremizdeki senin, benim onun evlatlarına bir bakalım. İşinde başarılı, eğitimli, kariyer sahibi bu gençler, hep takdir edilmeyi, övülmeyi, alkışlanmayı ve fikirlerinin, düşüncelerinin kabul görmesini arzuluyor, bekliyor. Bu haklarıdır da. Fakat onlar, fedakârlığa, paylaşmaya, başkalarının varlığını kabullenmeye gelince hemen makas değiştirirler. Neden mi? Çünkü onları şekillendirenler, Anadolu kültüründen beslenen bizler olamamışız. Gönüllü tüketim kölesi toplumunun birer ferdi hâline gelmişlerden fedakârlık, dayanışma, paylaşım ve mütevazılık beklemek, ölü gözünden yaş beklemek gibidir...

Konuya dönüp yavaştan bağlayacak olursak, hayata baktığımız yerler ve onu tükettiğimiz değerler yer değiştirmiştir: Ürettiğinden fazlasını tüketen nesillerle, bir toplumun geleceğiyle ilgili uzununu geçtik yakın vadeli bile hesap yapılması imkansızdır. Rakamlara istediğimizi söylettiğimiz istatistiklerle Polyanacılık oynamanın alemi de yoktur. Kendisinden sonrakilerin önüne, en azından umut noktasında bile olsa nesillerötesi hedefler koyamayan bizlerin masum olduğunu söyleyebilenler bir adım öne çıksın...

Hayatları tüketmek üzerine kurulu olanlar, asıl tüketilenin kendileri ve nesillerinin olduğunu fark ettiklerinde iş işten geçmiş olacaktır. Sosyokültürel buhranları denizlerdeki fırtınalara, dev dalgalara benzetir işin ustaları. Bu tür durumlarda en büyük görev kaptanlara düşermiş. Onlar ki, gemiyi tersine çevirebilecek alabora edebilecek öldürücü dalgalara karşı ustaca manevralar  yapabilirlerse, gemi de yolcular da fazla zarar görmeden sahile ulaşabilirmiş. Aksi durumlarda ise, gemiyi ve yolcularını kıyıya taşıma işini bizzat denizin kendisi üstlenirmiş...

Son Haberler

Hits: [srs_total_pageViews] Visitors: [srs_total_visitors]
Copyright © GUNDEM.be
Site içeriği ve dizaynın tüm hakları GÜNDEM.be websitesine aittir.
Kopyalamak ve izinsiz kullanmak kesinlikle yasaktır.