Haberin yayım tarihi
2020-02-03
Haberin bulunduğu kategoriler

BİR YAZAR-BİR KİTAP

Yazar Sibel Ünal ile yeni çıkmış olan Dar-ı Sır adlı kitabı üzerine bir söyleşi yaptık.

*Kısaca kendinizi anlatır mısınız? Sibel Ünal kimdir? Yazarlık serüveni nasıl başladı?

- Yazarlık serüvenim çok önceleri başlasa da Virginia Woolf okumalarım başlayıncaya kadar şekillenmedi doğrusu. Kendine Ait Bir Oda’da kadınların o dönemde neden daha az tanındıklarına ve daha iyi birer yazar olamadıklarına dair değerlendirmeler, analizler yapar Woolf. Söylediklerini başa dönüp tekrar tekrar okuduğumda yazmak isteyen bir kadının öncelikle kendine ait bir odasının olması (özgürlük ortamı) ve geçinecek kadar akarının bulunmasının (ekonomik bağımsızlık) zorunluluğunu iyice kavradım. Bu izleği takip ettim. Semih Gümüş, Feridun Andaç ve son olarak Sema Kaygusuz’la yaptığım yorucu/yoğun atölye çalışmalarından sonra ilk öykü kitabım olan Sabahın Ucu(2011, e yayınları) ortaya çıktı. Aynı süreçte öykülerim çeşitli dergilerde yayımlanıyordu. Metin çözümlemeleri ve küçük denemelerim de oldu. Çeşitli üniversitelerde konuk akademisyen-yazar olarak söyleşiler yaptım. Dar-ı Sır ilk romanım. Ben de pek çok yazar gibi aynı güzergâhı izlemiş oldum, öyküden romana geçtim böylece.

*Darı-ı Sırtam olarak ne anlama geliyor? Bununla bize ne anlatmak istiyorsunuz?

- Dar-ı Sır’ın karşılığı sır kapısıdır. İçeriyle dışarının sınırını belirler kapı. Tam orada-eşikle birlikte- iki dünyanın ortasında durur ve onları ikiye böler; sıcakla soğuğu, aydınlıkla karanlığı, suskuyla sözü, mahrem olanla olmayanı. Kısaca, özelle geneli birbirinden ayırır. İçeride gizli ve değerli olanı saklarken, dışarıda bıraktığına da bir sınır koyar. Açıldığında ise doğal enerjiyi, ruhu içeriye katar.

*Sır kapısı derken, sanırım Alevi inancının kapısından söz ediyorsunuz?

- Evet, tam olarak böyle.

*Bu kapıyı araladığımızda ne göreceğiz?

- Nasıl ki kapının tinsel değeri ağacın büyüme hikâyesinde gizli ise yani ağacın her hücresi, her kıymığı kökünün dilini, kokusunu, dokusunu taşırsa; Alevi inancının taşıyıcısı da, şifrelenmiş bilgisi de Alevi kadınında saklıdır. O gizli töz oradan gelecek kuşaklara aktarılır. Ataların sırlı hikâyesi onun karnında, bedeninde, yüreğinde mayalanmıştır çünkü.

*O halde Alevi kadının inancın merkezinde olduğunu söylüyorsunuz? Kitabın ikinci bölümünde Seyyid Baba’ya söylettiğiniz gibi. “Hakikatimiz, toprağımız, kökümüz anamızdır da ondan muallim hanım. Güruh-u Naciye’den geldik, deriz ya. Hah, o işte! En baştaki, ilk büyük kadın ana… Sonra er’e çevirdiler de Naci yaptılar… Utanmaz, arlanmazlar!”s.117

- Evet, bunu söylüyorum. Anaerkil/ana tanrıça kültü öğretinin ekseninde yer alır ve bir yer altı suyu gibi alttan alta onu besler. Onca asimilasyoncu politikalara, onca içten gelen yıkımlara, çarpıtmalara rağmen varlığın devam ettirir. Kadının doğayla güçlü bağlar kurduğu, onunla iç içe yaşamını ördüğü bir dünyadır Alevi inanç dünyası. Erkekle ibadette olsun, mekânsal düzlemde -günlük uğraşısında- olsun cinsiyet üzerinden bir alt/üst ilişkisi kurmaz. Candır her biri. Yan yana ve omuz omuzadırlar.

*Başkarakteriniz Rahan’ın Gözcü’yle eşit/dengeli ilişkisinde olduğu gibi…

- Bu dengelilik sadece karı-koca ilişkisinde kendini göstermez, doğayla ilişkide de öğreti gereği, saygılı bir duruş sergilenir. Bir bütünlük içindedir her şey. Varoluşsal bir bütünlüktür bu. İnsan ve öteki her şey o bütünün birer parçasıdır ancak. Öğretide yetişen her birey dış dünyadaki canlı/cansız her şeye bu yaklaşımla bakmak zorundadır. Kıyıcı değil, şefkatlidir. Bozucu değil, iyileştiricidir.

*Bu yüzden mi Rahan aynı zamanda bir şifacıdır?

- Köklerimiz ana tanrıça kültündeki kadından gelmekte ve bilindiği üzere bu ilksel kadın analar ilk şifacıdırlar, yani insanlığın ilk hekimleridir.

*Seyyid Baba karakterine yeniden dönersek, nereden esinlendiniz? Capcanlı bir karakter çünkü bu.

- Kısmen kendi dedem olan Seyit Hüseyin, kısmen de Seyit Rıza’dır. Bilindiği gibi inancın temsilcileridir seyitler. Alevi öğretisinin taşıyıcı bilgelerindendir Seyyid Baba. Ocağın ateşinin analarla birlikte taliplerine-iz sürücüler- taşırlar. Bu kadim inancın özgün halini, yani Güruh-u Naci değil, Güruh-u Naciye’den geldiğini bilenlerdir onlar. Kadın ana soylu geleneğin yürütücülerinden biridir Seyyid Baba da.

*Bütün hikâye sıkıştırılmış bir coğrafyada geçer. Değil mi?

- Öyle. Dağlar arasına neredeyse kıstırılmış ve etrafı merkezin adamları, askerleri ve ajanlarıyla çevrelenmiş bir coğrafyadır burası. Burada yaşayanlar bir ağaç gibi köklerine bağlıdırlar. Üstlerinde parlayan güneş ne kadar ruhsal koruyucuları ise altlarında uzanan yekpare toprak da o kadar şefkatlidir kendilerine. Suları şifalı, taşları tılsımlıdır. Merkezin tehdidine karşı güvendikleri tek şey taşta, suda, toprakta kendini zuhur eden o büyük güçtür. Ellerinin ayalarında olan da, gözlerinin irisinde pırıldayan da o yücenin kendisidir. Her biri onun parçasıdır. Göze görünen de görünmeyen de o bütüne aittir.

*Büyük bir tehdit var, ancak bu tehdide, baskıya rağmen buradakiler hayatlarını sürdürmektedirler…

- Söylediğiniz gibi. Çünkü geçmişten ta Osmanlıdan beri süregelen bir politikanın Cumhuriyetle devam eden bir tasarısıdır bu.

*Her ne kadar isimlendirmemişseniz de sanırım Dersim coğrafyasında geçiyor roman?

 - Alevi/Kızılbaş inancının Anadolu Coğrafyasındaki merkezidir Dersim. Ve sınırları oldukça geniştir.

*Dar-ı Sır’ın aynı zamanda alttan giden politik bir söylemi var, diyebilir miyiz?

- Elbette diyebiliriz. Acımasız bir dünyanın ortasındaki insanlardan söz ediyoruz. Güvenlik nedeniyle sığındıkları vahşi doğanın içinde, doğayla uyumlu bir şekilde yaşayan insancıl bir topluluktur oysa. Ancak egemen/merkeziyetçi zihniyet geçmişten aldığı referansla bu barışçıl topluluğu toprağından sökülüp atılması gereken, adeta bir ‘çıbanbaşı’ olarak görmektedir.

Oysa bu topluluk, kuşaktan kuşağa kendilerine akan ‘insancıl’ bir felsefeyle/öğretiyle yaşayıp gitmektedir. Sığındıkları sert doğa kederlerini, acılarını dindirir; onunla dertleşir, onunla konuşur, ona niyaz ederler. Kimseyi incitmez, yaşadıkları doğayla hemhal olmuş, aynı dinginlikle güneşin üstlerinden akıp geçmesini seyrederler.

*Orantısız bir güçten söz ediyorsunuz…

- Egemenler sebep oldukları yıkımları, yıllarca süren travmatik acıları farklı kılıflara sokarak gizlemeye uğraşmışlardır hep. Oysa ne kesilen yer ne de oradan akan kan basit bir yaralanmadır. Bunun çok ötesindedir olan. Açılan kesikten görünen yara sadece yara değildir, bir travmadır. Ve yamanacak, üstü örtülecek veya yaldızlı sözlerle çarpıtılarak kapatılacak cinsten de değildir. Çünkü bu utanılacak bir yaradır! Ve bu utanç sadece ve sadece onu yapanlara aittir!

*Ohannes’in güllerinden de söz ediyorsunuz… “Geçip gidenlerden… Ermenilerden. O zamanlardan bu zamana işte… Bir zamanlar bu toprağın sahibiydiler. Rüzgâra nefeslerini, suya sabırlarını, toprağa ahlarını bırakıp gittiler…”s.158

- Bağlı olduğumuz bu toprağın kutsiyeti ne kadar yüceltilmişse de bir o kadar da kanlıdır. Bir kez kanla sulanınca da orada ancak kan çiçekleri açabilir. Ve bu çiçeklere de sadece ölüm kelebekleri konar.

*Edebiyat siyasetin neresindedir, bunu ne kadar değiştirebilir? İnsanca bir yaşamı kurmaktaki rolü ne olabilir?

- Siyaset ve edebiyat her biri kendi yordamınca yeryüzündeki sorunlara yaklaşır, çözümler üretir. Bugünden geriye baktığımızda-hatta bugün de öyledir- ülkelerin yürüttüğü politikalar hep şiddetten yana olmuştur. Egemenliğini böyle tesis eder çünkü. Ayırımcılık, ötekileştirme üzerinden ilerleyen eril egemen politikalara karşı edebiyatın dişil gücünü koymak gerektiğine inanıyorum. ‘Namuslu’ edebiyatçı merceğini farklılıktaki inceliğe tutmalı, ayırımdaki ahenge/estetiğe dikkat çekmelidir. Bakışını üretken/doğurgan dünyanın güzellikleriyle donatmalıdır. Her ne kadar sevdiğim yazarlardan biri olan Ursula Le Guin’in ‘Sağır bir şiddet karşısında hangi söz bir anlam ifade eder ki?’ tespiti geçerli olsa da, ben gene de bu aç/yıkıcı dünyaya karşı iyimserliğimi korumak isterim. Böylece siyasetin eril egemen kılıcını bilemek yerine, edebiyatın barışçıl kalemini yontup, yeşertebiliriz. Onun yaşamı destekleyen, dönüştüren gücünden yararlanabiliriz. Dar-ı Sır bunun çabasına giren bir anlatıdır.

*Teşekkür ederim Sibel Ünal, yolu açık olsun Dar-ı Sır’ın.

- Teşekkür ederim Sevim Ünal

Son Haberler

Hits: [srs_total_pageViews] Visitors: [srs_total_visitors]
Copyright © GUNDEM.be
Site içeriği ve dizaynın tüm hakları GÜNDEM.be websitesine aittir.
Kopyalamak ve izinsiz kullanmak kesinlikle yasaktır.