Haberin yayım tarihi
2017-02-08
Haberin bulunduğu kategoriler

SAKSI ÇİÇEĞİNİN BİLE KÖKLERİ VARDIR.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi o vakitler bir belde, bir köy, el’an ise bir mahalle olan Umurbey’de 01.04. 1950 tarihinde doğdum.

24 Ekim 1967’de Belçika ülkesine gelene kadar.

İlkokulun ilk üç sınıfını aynı öğretmenle okuyan başarılı bir öğrenciydim.

Dördüncü sınıfın yarılarında öğretmenim iğrenç bir iftira sonucu köyümden ayrıldı…

Bize bol bol müzik ve beden eğitimi yaptıran başka bir öğretmen gidene vekâlet etmeye başladı…

Gerçeği anlattığım rahmetli babam beni Gemlik Atatürk İlkokulu dördüncü sınıfına aktardı…

Yani ilkokulu o vakitler yaklasık 13.000 nüfuslu bir ilçe olan Gemlik’te tamamladım…

Günde 125 kuruş masraf, yani ani ve beklenmedik bir fedakârlık gerektirse de…

O vakitler Gemlikliler epeyce havalıydı.

Asri ve sosyete geçinir, benim gibi köylülerle, şivemizi takli ederek dalga geçerlerdi.

Geldin mi lay, gittin mi lay koca Umurbeyli derlerdi…

İstiklâl Savaşı esnasında Gemlik bir Rum kasabasıymış…

Savaş sonunda Gemlik, Mudanya ve Tirilye’yi terk etmişler.

Zeytini, zeytin yağını, Akdeniz mutfağını, güneşi ve harika doğayı bizlere bırakmışlar

***

Gemlik bir sahil ilçesi olduğundan, Gemlikliler denizcidir, balık sever, okumayı seven insanlardı!

Belki zengini çok değildi, ama insanlar selamlaşma ve gazete okuma kültürüne sahiptiler…

Adab-ı muaşeret etkili bir sosyalleşme aracıydı ; cahil cubara ile olgunları ayırırdı…

Şortsuz denize giremediğimiz için biz köylüler yüzmeyi Karsak Deresinde Agâh’ın Değirmen yakınlarında veya zeytin sulama havuzlarında öğrendik…

Zira şort almaya paramız yoktu, yamalı giyer, saçımız, sakalımız, ensemiz, traşımıza dikkât eder ve ütülü dolaşırdık.

Sevdalarımız platonikti, flört yoktu ve çok ayıptı, sevilenin sevildiğinden pek haberi olmazdı…

İlkokuldan sonra ortaokulu da Gemlik’te tamamladım.

O vakitler Gemlik’te lise bulunmadığından komşu illere yatılı okumaya gittik…

Ben Bursa Erkek Lisesi’nde üç yıl okudum, son sınıfa geçtim ve 1967’de bir yıl önce Belçika’ya giden rahmetli babamın yanına gitmeye mecbur kaldım.

***

Uzatmıyorum.

24 Ekim 1967’de Belçika’ya geldim, Fransızca öğrendim, teknik lise bitirdim, Kraliyet Merkez Jürisi 900 arkadaşla birlikte bizi olgunluk sınavına soktu, 300 kişi kazandık.

Bu sınav başarısı sayesinde üniversite kapısı açıldı ve 1999 Şubat ayında Louvain-la-Neuve’deki İletişim Fakültesi’nden lisans diploması aldım.

1981’de Türkçe ve Fransızca dillerinden yeminli tercümanlık sınavına girdim, kazandım, büro açtım, yurtdışında bulunan insanlara Marko Paşa, dert babası, arzuhalci, sırdaş, dildaş olarak hizmet sundum.

Polis karakollarında, adliyelerde, hapishanelerde sözlü tercümanlık (dilmaçlık) yaptım ve 2015’te yaş haddinden (65) emekli oldum ve Umurbey’e döndüm.

49 yılımın geçtiği Belçika ülkesinin vatandaşı da oldum,

Bir yurtsever olduğum için asla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yapmadım.

Türkçe bilgimi ve sevgimi geliştirdim.

1981’de evlendim.

1983 ve 1985 yıllarında doğan oğullarımız başarılı bir eğitimden sonra Belçika’nın sayılı üniversitelerinden ULB Hukuk Fakültesinden mezun oldular.

Her ikisi de aynı zamanda Türkçe-Fransızca dillerinde yeminli tercüman, yani meslektaş ve dörder dilli trafik alanında uzman ceza avukatı olarak birlikte çalışıyorlar.

***

Belçika’da siyasilerden en sık duyduğum sözcük «Uyum» oldu.

Enteller yerlilere otokton, göçmenlere ise allokton diyorlar, Fransızca dilini zenginleştiriyorlardı

Onlara göre yabancılar, yani bizler, birşeylere yeterince uyumlu değildik.

Onlar açık konuşmasalar da biz bunun daha çok dilsel ve kültürel olduğunu hissediyorduk.

Hak etmeyen birçok vatandaşlık verilince seçim kampanyalarında oylarımızın değeri arttı.

Almak için bize yaklaştılar, aramızdan adaylar seçtiler.

Dürüst ve açık sözlüler bize misafir işçi, göçmen, uyumsuz, cahil, dil bilmez dediler, hep sustuk ve susturulduk.

Çünkü burada yabancı, orada (Türkiye’de) Almancı diye anılıyorduk…

Buraya gelen görevliler eskilere değer vermek yerine biz herşeyi sizlerden daha iyi biliriz havasına soktular ilişkileri ve diyalogları…

***

En sonunda bir gün dayanamayıp patladım galiba.

TC Büyükelçiliği Kültür Müşaviri Prof. Dr. Tolga Yarman dostum idi.

SODEP genel başkanlığı için kongrede Murat Karayalçın’a karşı aday olmuştu.

Bir eski başhekim olan Sema Pişkinsüt yurtdışında kahvehane toplantıları yapmaktaydı.

Tolga bey telefon etti ve ricasını açıkladı : Sema hanım bizim eve yakın olan Play Time Kahvesinde vatandaşla buluşup konuşacaktı.

Kendisini kıramazdım, denilen saatte gittim, Sema hanım geldi, usûlü anlattı, kısa kısa herkese söz verecek, maruzat dinleyecek, not aldıklarını başkent Ankara’da ilgili makamlara iletecekti.

Sıra bana geldi : Kendilerine hoş geldiniz dedikten sonra «ortalıkta Bursa Kültürpark seyyar tansiyoncuları gibi dolaştıklarını, bize hasta muamelesi yaptıklarını, doktorun Ankara’da olduğunu sandıklarını, halbuki bizi tedavi edecek doktorun da aramızdan çıkması gerektiğini» söyledim. 

Almanya’da da Alman sosyal bilimcileri bilimsel bir araştırma yapmışlar ve ailelerinden kopup gelen her Türk göçmeninin ilk üç ayda mutlaka psikolojik bunalıma girdiğini tespit etmişleri.

Öyle ki bırakıp geldiğiniz hiçbir şey bulduğunuz şeye uymuyor, benzemiyordu…

Referanslar sürekli karışıyor, kendi içimize kapanıyorduk.

Uyum sağlamak zorunda bırakıldığınız kültürle Anadolu kültürü arasında sıkışıp kalıyordu insanımız…

Bir yere yaklaşmaya çalışırken toprağından, köklerinden ayrılan bir çiçeğe benziyordu insanlar…

Belçikalı pazarcılar bile Emirdağlılara ulaşmak için «pürçüklü = havuç, göbelek = mantar» diyerek nara atıyorlardı…

Yakışıklı Anadolu erkeğine yaklaşmak isteyen Alman kadınlar yeterince Türkçe öğreniyorlardı…

Bu konuda tek kişilik gösteri bile izledim Almanya’da meddah Mehmet Esen’den.

Brüksel Diyanet Vakfında sahnelediği Dil dile değmeden dil öğrenilmez başlıklı skecinde…

***

Aradan 50 yıl geçti.

Dünya değişti.

Şimdi büyük çoğunluk köklerinden ayrılmış, tüketicileştirilmiş, sosyal sistemler ve maddiyatçılıkla maneviyatçılık arasında sıkışmış, geldiği ülkenin başkentini önemseyen, 50 yıldan beri içinde yaşadığı ülkenin durumunu takip etmeyen, önemsemeyen, dil ve yol bilmez durumda.

Sadece konuşma dilini bilen burada doğan vatandaşlar sanat ve meslek okullarına giderek ara mesleklere yöneliyorlar, liseden sonra pek okumuyorlar veya kendi halkına yönelik küçük esnaflık yapıyorlar.

Tabii ki istisnalar da yok değil.

***

Şunu hemen itiraf etmeliyim.

Belçikalılardan din veya dil konularında hiçbir açık baskı hissetmedim, ama uyum konusunda niçin dillerini öğrenmediğimizi çok sorguladılar, zira anlayamadılar…

Ben de anlayamadım…

Eski evlerini kolay verilen banka kredileri sayesinde ipotekle bizlere satıp Brüksel banliyösündeki bahçeli villalara taşındılar.

Kiracılık statüsünden mülk sahibi statüsüne geçtik…

Ve çekilen kredileri ödemek için kiracılarımız oldu…

Hem Türkiye’de, hem Belçika’da…

Her yer kaymak gibi ışıklı otoyol oldu, metro ve tramvaylar ile toplu taşımacılık gelişti, inşaatlarda birçok Emirdağlı vatandaşımız can verdi.

Ben en çok süper kalite ekmek yapan Belçikalı Flaman pastacı-fırıncı Beulens’in vefatına üzüldüm.

Bizleri alıştırdığı çok hububatlı siyah ekmek yok artık, kimse yapamıyor, yapmıyor.

O ekmeği bizlere özleten, komşu kilisede cenaze ayinine de gittiğim Beulens dede nurlar içinde yatsın!

Yıllar oldu, boşluğu doldurulamadı…

Günler hızla geçiyor, bize de yaşadıklarımızı yazmak kalıyor…

Saksı çiçeğinin bile kökleri vardır demiştim başlarken bu güzelim dünya bahçesinde.

Daha mantıklı ve akıllı tüketerek savaşsız insanca yaşamak ta mümkün bu alemde…

Başarısız dönemleri saymazsak epeyce de yol katettik farkında olmadan…

Yakup Yurt ©

Brüksel, 07-02-2017

Son Haberler

Hits: [srs_total_pageViews] Visitors: [srs_total_visitors]
Copyright © GUNDEM.be
Site içeriği ve dizaynın tüm hakları GÜNDEM.be websitesine aittir.
Kopyalamak ve izinsiz kullanmak kesinlikle yasaktır.