Üstünden baharlar ve yazlar, güzler ve kışlar, yani uzun uzun fasıllar geçince diner sandığımız acılarımız var. Sağalmaz yaralarımız. Onulmaz dertlerimiz. Ve sebepleri. Faiilleri bir de. Gidişi ile sonsuz acılara gark olduklarımız. Yaşama ümidimizi gelişine bağladıklarımız yani. Gelmeyeceklerini bile bile hem de. Sadece ümidimizi kaybetmemek için, sırf fikrimiz ve zikrimiz bulanmasın diye, bilerek yani neticenin menfî olduğunu, iradî bir biçimde ve kendimizi kandırmak üzerine kurulu Poyannacılık oynamaklığımız...
Herkesin bildiği bir sır, en son ümit ölür. Ve ardında kalan canlı bir cenazedir sadece. Baktınız mı hiç etrafınıza, kendi içinize yöneldiniz mi hiç bu tür bir yaşama şeklini görmek için?
Yoksa kaçtınız, kaçtık mı hep bundan ve elbette bir de kendinizden?
Tuhaf meraklarım var galiba. Kaç kişi cesaret edebilmiştir acaba korkularını yenerek kendi içine yönelmeye?
Kaç kişi bu riski göze alabilmiştir?
Fezanın derinliklerine doğru muhtelih araçlar gönderip en uzak galaksileri, en esrarengiz yıldızları ve gezegenleri keşfetmeye çalışan insanoğlu için ne hikmetse kendi esrarına vakıf olmak kabil ol(a)mamıştır bugüne kadar. Haddimi aşmayacağımı bilsem, insan denen varlık kendinden bihaberdir demek isterdim. İnsan kendini bilse, buna muvaffak olsa, her şeyi bilme merhalesine ermiş demek olur muhtemelen bu onun için ve belki o zaman ‘aramak’ diye bir meşgaleye de ihtiyacı kalmaz.
Aramak, bulmak, kaybetmek... Yokluk. Kabul etmek, alışmak ya da baş kaldırmak. Yokluğuna alışamadıklarımızı yok etmeye mi çalışıyoruz muhayyilemizde, psikolojik bir hamle ile ve ruhumuzun yaralarını sağaltmak için, yoksa ümidin bittiği yerde onlar için dua etmeyi mi yeğliyoruz?
Çizgi ince, kıldan bile. Genetik kodları bu kadar katı, bu kadar sert olan bir cemiyetin mensupları için daha bir zor bu halde el açmak, olumsuzluk öneki olmayan hâliyle duanın.
Ümit hep yarındır, yarına dairdir tabiatı gereği, kim bilir belki de kişioğlunun üstünde hüküm süren zaman adlı kayıt sebebiyle. Düne hükmü geçmeyen, bugün çaresizlik içinde kıvranan insanoğlu tek çıkış yolunu “yarın her şey çok güzel olacak” düşüncesinde/telkininde bulduğu içindir belki bu böyle. Ümit yarındır her durumda ve yarın ile ümit arasında sarsılmaz bir bağ vardır bu sebeple. Bulmak adına.
Ümidin var olmasına imkân tanımak... Ve bir de yaşamak ile yaşatmak arasında kalmak ve ikisinden sadece birini tercih etmeye mecbur olmak. Yaşamak sahip olmak, arzu edileni elde etmektir bir anlamda. Böyle bir durumda yaşatmak, kendi hilafına hem de, zordur ve kayıptır ve ağırdır ve acıdır ve en kötüsü yenilmektir nefsi adına. Öte taraftan, kendisine rağmen karşısındakini yükseltmektir, yüceltmektir. Aşkın belki en aşkın buudlarından biridir bu yönüyle. Başka bir cihetten baktığımızda ise kabul edilemez gibidir çoğu zaman. Ümidin bittiği yerde, en son noktada yani, artık yaşamak derdinin kalmadığı anda değil, ta en başta seçmek yaşatmayı... Kendisi için değil karşısındaki için var olmak. Bu var oluş zahiren şahsına, nefsine, egosuna hiçbir şey kazandırmasa da insanın, onu kendisine tercih edebilmek... Uçlarda dolaşmak yani, sırf muhabbetin hatrına.
Eskimeyen edebiyatımızın zirve şahsiyeti Hilleli Mehmet Efendi, “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever / Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever.” der. Aradan geçen asırların değiştirebildiği hiçbir şey yok. Aşk, âşık için mâşukun varlığında ölmeyi, kendi varlığından sıyrılıp yok olmayı iktiza ediyor. Ve bütün bunların meccanen olmasını talep ediyor. Hakikaten ve hakikatli sevmek böyle bir şey olsa gerek.
Y.Rıfat İDİLLİ