Sevim Ünal Yazdı..
Doksanlı yıllarda ‘bu nasıl ülke?’ diye düşünürdüm. Kadına hiç değer verilmiyor. Giyim tercihi nasıl olursa olsun (açık veya kapalı) fark etmiyordu.
Sokaklarda gündüz olmasına rağmen rahat gezemiyorduk. Ya birileri çıkıp laf atıyor veya birileri taciz ediyordu. Bu tür hareketlere maruz kalmamak için otobüslere binmekten hep kaçınır, taksi veya az sayıda kişi alan dolmuşlara binerdim. Fakat mecburen otobüslere binen kadınların ise başına gelmedik kalmazdı. Gazetelerin üçüncü sayfasında töre cinayetlerinden, cinnet cinayetlerinden sonra yazılan haberler bunlar olurdu.
Çalışan kadının adı hep kötüydü. Sekreterlik yapan bir kadın mutlaka patronuyla ilişkisi vardır diye bakılırdı. Kadınlara yönelik her meslek dalına bir kulp takılmıştı. Yani kadın hiçbir işi patronuyla veya ona o, işi sağlamış kişiyle beraber olmadan almış olamazdı. Kadını aşağılayacak her tür imge yapıştırılırdı. Toplumun gözünde boşanmış kadın veya yalnız yaşayan kadınlardan ise bahsetmeme gerek yok. Onlar en vahim durumda olanlardı. Bu durumun kanıksanmasına Yeşil Çam film piyasası da bolca katkı sunmuştur.
Yani biz kadınlar, sürekli bir şekilde rahatsız ediliyorduk. Öyle ki, başımız önde, gideceğimiz yere, sağa sola bakmadan, hızla gitmeye çalışırdık. Bu şekilde pes etmeden mücadele veriyor `biz de varız` demek istiyorduk.
Hiç unutamadığım bir anım. Bir gün tüm bunlardan öylesine bunaldığım bir gün; Belki de kapalı giyersem bir nebze daha rahat ederim diye düşünerek, yazın ortasında uzun kol bir buluz ile ayak bileklerime dek inen bir etek giymiştim. Kırk derece sıcağın altında ter kan içindeydim, ‘olsun’ diye geçirmiştim içimden ‘kimse rahatsız etmez bu şekilde’ diye düşünmüştüm. Yanılmıştım. O kıyafetler kurtuluşum olmamıştı. Zaten olsaydı kapalı giyinen hem cinslerim aynı akıbete uğramazlardı. İşte o an için `belki` diye ummuştum. Peşime takılanlar, laf atanlar, taciz etmeye çalışanlar arasında Taksime varmıştım. Sinir sistemim tamamen çökmüştü. Atatürk heykelinin altına oturmuştum. Hüngür hüngür ağlamıştım.
Sonunda ‘Allah kahretsin. Bunları yaşamayacağım, kadına saygı duyulan bir ülkeye gitmek istiyorum’ diye geçirdim içimden. Ve atlayıp Belçika’ya geldim. ( Hala, hiç gerek olmadığı halde dışarı çıktığımda başım önde, sağa sola bakmaksızın hızlı hızlı varmam gereken yere giderim.)
Neden anlattım bunları? O dönemde karşı cinsin, cinslikleri o denli rahatsız ediciydi ki, başımızı kaldırıp ‘ülke nereye gidiyor?’ diye düşünecek durumda değildik. Zaten ülkenin gidişatlarını da erkekler rakı sofralarında çözüyorlardı. İşte o zamanlar, sadece kadın haklarına takmıştım kafayı. Hoş, kadınsanız kendinizi karşı cinsten korumaktan başka yapacak bir işiniz de olmuyordu. Biz kadınlar hep mağdur-duk-uz. Bu yazıyı okuyacak kişiler belki de güleceklerdir bana. ‘Neyin hakkı var da kadın hakkı arıyorsun?’ diye geçireceklerdir zihinlerinden. Ne diyeyim haklılar.
Türkiye’de, şimdi artık eskiye kıyasla daha iyi görünüyor, kadın hakları daha iyi durumda demiyorum. Karşı cinsin dışarda sergilediği hal ve tavırlar daha uygarca gibi geliyor demek istiyorum. (Belki de bana öyle geliyordur.) Gerçi bunu da Türkiye’de yaşayan kadınlara sormak gerek.
Kadın haklarının dünya çapında kanayan bir yara olduğu malum. Gelişmiş ülkelerde biraz daha iyi olabilir fakat diğer ülkelerde kadının yeri ve adı yok. Ufacık kız çocukları koca koca adamlara eş diye verilebiliyor. Bu konuyu deştikçe kalbim ağrıyor.
Yazacak o kadar çok şey var ki, makalelere sığmaz. Ben sadece anılarımdan yola çıkarak şöyle bir değinmek istedim. Her ne kadar resimlerimde sürekli işlediğim bir tema olsa da sık sık yazılarıma da yansıyacaktır bu konu.
Ümit ediyorum savaş biter, kadın ve çocukları koruyucu, farklılıkları kucaklayıcı, demokrasiyle yönetilen süper bir ülke oluruz.