Son günlerde bazı hastalıklı tiplerle epey vakit kaybettik. Bazen birlikte yürüdüğünüz insanların bir kısmını tanıyamıyorsunuz. Tanımaya başladığınızda ise çok geç kalmış ve gerekli önlemleri almamış oluyorsunuz.
Zaman insan için çok kıymetlidir. Zaman geri döndürülemez bir kaynaktır. Parayı kazanabilir, eşyaları yerine koyabilir, hataları telafi edebiliriz ama geçen zamanı asla geri getiremeyiz. Bu yüzden filozoflar zamanı en kıymetli sermaye olarak görür. Marcus Aurelius’un “Zaman, insanın tek gerçek sermayesidir.” sözü bunu özetler.
Kendi sektörümüzde yaptığımız faydalı işlerin yanında toplumsal konular ve hatta ülkemizi ilgilendiren alanlarda sorumluluklar üstlenerek yaptığımız faaliyetler oluyor. Bu sorumlulukları ifa ederken maalesef yol kazaları ile de karşılaşıyoruz. Bazen hemen yanıbaşınızda bir hırsız, uçkur düşkünü, ya da psikolojik sorunları olan bir tip ile uğraşmanız gerekiyor. Bu cümleleri elbette ahlaklı ve sorumluluğunun gereğini mükemmel bir şeyde yerine getiren dürüst insanları tenzih ederek kuruyorum.
YOL ARKADAŞI DOĞRU SEÇİLMELİ
Bir yöneticinin aynı çatı altında birlikte çalıştığı yol arkadaşları üzerindeki olumlu etkisi başarının temelidir. Şayet bir kurumda birlikte çalışacağınız yol arkadaşlarını doğru seçmemişseniz ilk fırsatta yarı yolda bırakılmanız, satışa gelmeniz kaçınılmazdır.
Kurumlarda elbette hiç kimse değişmez, değişilemez değildir. Herşeyin zamanla hesabı görülür ve hata yapanlara fatura kesilir. Bir bakmışsınız kendisini dev aynasında gören Böyyük Başganların adı sanı bile hatırlanmaz olur. Mezarlıkların nice popüler kibir abideleri ile dolu olduğunu biz biliriz.
Kurumlarda bir güvensizlik ortamı oluştuğunda üyeler başkanın adil olmayacağına inanır, motivasyonları düşer. Emeğin karşılığının liyakat yerine çıkar ilişkileriyle belirlendiğini gören sorumluluk sahibi üyeler işine yabancılaşır ve etkisiz hale gelirler. Sürekli adaletsiz veya etik dışı davranışlarla karşılaşmak yöneticilerde stres ve tükenmişlik yaratır.
Bir kurumda etik dışı davranışlar normalleşirse, “ahlaksızlık bulaşıcı” hâle gelir. Verimlilik, inovasyon ve takım ruhu azalır. Gereken müdahale zanında yapılamazsa üyeler arasında meydana gelen huzursuzluk ve gruplaşmalar kurumu içten çökertir.
Zamanla kurumun dış itibarı da çöker, kamuoyu nezdinde güven kaybı oluşur, kurum toplum nazarında güvenilmez hale gelir.
Tüm bu olumsuzlukları önlemenin yolu ise kurumsal denetim ve şeffaflıktan geçer. Sağlıklı bir kurum için önce güçlü iç denetim mekanizmaları ve açık süreçler oluşturulmalı. Etik kurallar ve yaptırımlar iyi işlemeli. Ahlaki ihlallerin karşılığı net ve caydırıcı olmalı. Kurum üyeleri dikkate alınmalı sesini duyurabilmeli, ihbar mekanizmaları ve güvenli iletişim kanalları sağlanmalı.
Bütün bu bilgileri neden paylaşmak istediğimizi merak edenler olabilir. Bu yazıyı okuyan ve özellikle Belçika’da sivil toplum örgütlerinde faal olan dostlarımızın konuyu anladıklarını düşünüyorum. Daha detaylı ve net bilgilerin paylaşılacağı gün de gelecek elbette.
ÇAKMA BAŞGAN VE KURBAĞA
Efendim, çakma ödüller, hayali faaliyetler, bozacı, şıracı, daha neler neler.
Böyyüüük Başganın çömezleri ve tetikçileri de hazır, eşeklik veya öküzlüğün gereğini yerine getirip değirmene su taşıma yarışındalar. Dijital ortamda salla sallayabildiğin kadar, çünkü sorgulamadan alıcı bir kitle bir şekilde bulunuyor.
Kendi gölgelerinden bile korkanlar birde isim hakkını da kiralamışlar. Yani birini karalamak, küçük düşürmek istiyorsan, bir hikaye yaz, Başgan böyle uygun gördü deyiver, kamuoyuna sun. Nasıl olsa sorgulama, soruşturma mekanizması yok, böyle bir kurumsal gelenek te yok.
Bir de tehdit mesajlarını arka arkaya sırala. Uydurulmuş hikayeleri bahane ederek gözdağı vermeye sindirmeye çalış, mevcut statükoyu koruma adına çirkefleşmede sınır tanımadan her türlü metodu kullanarak saldır. Sanki meydan boş, adam bir stk yöneticisi değil, adeta bir mafya babası. Bu tavırla nereye kadar.
Bu Böyyük Başgan Belçika'da yaşayan Türk toplumunu enayi zannediyor herhalde. Başgan'a göre vatandaşlarımız okumazlar, düşünmezler, görmezler, anlamazlar, onlara ne anlatırsan kabul ederler.
Görünen o ki; kamuoyuna doğru bilgi verme, aydınlatma sorumluluğu olmasına rağmen gerçekleri çarpıtarak sürekli başkalarının yaptığı faydalı işerin üzerine çökme kurnazlığının hiç de hoş görülmediğinin farkında değiller.
Ama bu işler balon patlayana kadar etkili oluyor.
Sonra bir bakıyorsunuz ’’Güümmmmmm’’
Şimdi okurlarımız için bir "La Fontaine" hikayesi paylaşarak konuya ışık tutalım;
İşte size Öküz olmak isteyen Kurbağa’nın hikayesi…
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde öküz olmak isteyen bir kurbağa çıkmış karşımıza.
Bakın bakalım ne demiş, ne yapmış :
Kurbağa bir öküz görmüş çayırda, o kadar hoşlanmış ki, bayılmış boyuna posuna.
Kendisine baksanız, boyu yumurta kadar ama kurbağa bu anlamaz ki, ille de öküze benzeyecek.
Öküze bakmış kabarmış, kabardıkça şişmiş, ıkınmış, sıkınmış, gerilmiş, bir görseniz gerginlikten nefes alamayacak hale gelmiş.
Eşine sormuş:
- Nasıl hanım öküz kadar oldum mu ?
Hanımı şöyle bir sağdan bakmış, birde soldan:
- Nerdeee ? demiş .
Kurbağa daha bir hırslanmış
- Al öyleyse demiş. Şimdi nasılım. Bunu söylemiş ya, iyice şişmiş. Hanımı gülmüş :
- Vazgeç bu sevdadan demiş.
Bizimki iyice hiddetlenmiş.
-Sen dur hele bakalım demiş. Şişmiş, bir daha, biraz daha, biraz daha şişmiş.
Derkeeen çat çat çat diye çatlamış.
Ya işte böyle, siz deyin hikaye ben diyeyim kıssa, kimin nasibine düşüyorsa alsın bir hisse...